Michigan State University profesörü Philip Howard'ın (2014) ortaya koyduğu gibi organik sektöründe egemen olan güçler endüstriyel tarımı ve gıda sektörünü kontrol eden tekeller.
Neden olmasın ki? Tezek organik, kükürt organik, sentetik tarım ilacı üreten şirketin krizantem, kadife vs. gibi doğal kaynaklardan yaptığı ilaçlar organik. Sertifikasyon koşullarını yerine getirdiğinizde 10 dekarlık küçük işletme de 5 bin hektarlık endüstriyel çiftlik de organik etiketini alabiliyor. Organiği pazarda 2-3 misli fiyata satabildikten sonra endüstriyel istemeyene organik de var. Yeter ki siz ödeyin.
Profesör Dr. Mustafa Koç
Ryerson Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü
Toronto-Kanada
mkoc@ryerson.ca
Organik tarım mı, endüstriyel tarım mı sorusu sürdürülebilir tarımsal üretim konusunda tartışılan bir konu. Her iki çözümün de yürekten savunucuları karşıtlarının vereceği cevabı çürütmeye hazır. Ama, bu tartışmaya girmeden önce bilmemiz gereken bazı temel noktalar var.
İnsanlık tarihinde en yaygın görülen üretim biçimi avlayıcı-toplayıcılık olmuş. Küçük topluluklar halinde yaşayan erken çağ toplumları gereksinimlerini doğadan sağladıkları sürece varlıklarını devam ettirebilmişler. Bugün Amazon’un derinliklerinde modern toplumdan uzak kalmayı başarabilmiş ender topluluklar arasında gözlemlenen bu avlayıcı-toplayıcılık, doğa ile uyum içinde yaşamayı gerektiren, mülkiyet, aile, sınıf ve devlet gibi kurumların egemen olmadığı bir yaşam biçimi idi.
Takriben 15 bin yıl önce neolitik dönemde buzulların çekilmesi ve dünyanın ikliminde yaşanan değişimin dayattığı keşifler özellikle subtropikal bölgelerde insanları su kıyılarına yönlendirmiş. Neolitik devrim ya da tarım devrimi diye adlandırılan bir dizi keşif hayvan ve bitkilerin evcilleştirilmesine yol açmış. Tarım devriminin modern gıda sisteminin bugünkü şeklini ve çeşitliliğini almasında önemli rolü var. Yabani bitki ve hayvanların ıslahı ve on bin yıllık sınama yanılma yöntemleri ile gelişen geleneksel köylü tarımı hala dünyanın pek çok yerinde milyarlarca insanı beslemekte.
Geleneksel köylü tarımından ilk büyük farklılaşma olarak Amerika’nın keşfi sonrası ortaya çıkan plantasyonları görebiliriz. İlk kez Amerika’da ortaya çıkan, daha sonra Afrika ve Güney Asya’ya da yayılan, büyük çiftliklerde köle emeği kullanarak yapılan bu tek tip (monocrop) tarımın amacı gelişmekte olan Avrupa ekonomilerine ucuz gıda ve tarımsal girdi sağlamaktı. Kölelik kalktıktan sonra da devam eden plantasyonlar; üretimde homojenleşmenin ve ölçek ekonomilerinin tropikal bölgelerde yoğunlaşmaları nedeniyle mevsimlerle sınırlı olmadan üretim yapmanın ve kimyasal girdi ve mekanizasyonun tarıma girmesinde öncü rol oynamışlar. Plantasyon tarımı daha çok şeker, muz, çay, kahve, kauçuk, ananas ve palmiye yağı sektörlerinde gözlenen bir üretim biçimi olmuş.
Amerika kıtasının keşfi ile başlayan kıtalar arası değişim sofralarımıza bilmediğimiz, görmediğimiz çeşniler katmış. 1500’lerde başlayan bu değişim farklı bitki ve hayvan türlerinin kıtalar arasında dağılmasına neden olmuş. Amerika’nın tütünü, mısırı, domatesi, biberi, kakaosu, patatesi Avrupa, Asya ve Afrika’da yaygınlaşırken, şeker kamışı, kahve, sığır, buğday ve diğer bitki ve hayvanlar da Amerika kıtasında yaygınlaşmış. İngilizcede “Columbian Exchange” olarak tanınan bu değişim 20’inci yüzyılın ikinci yarısında daha da yaygınlaşan küreselleşmenin de öncülüğünü yapmış.
Amerika kırsalının yerli halktan arındırılması sonrasındaki süreçte getirilen Avrupalı çiftçiler, gerek pazar mekanizmaları, gerekse vergi yükümlülükleri ile daha başından itibaren pazar için üretim yapan aile işletmeleri olarak köylü tarımında farklı yeni bir kategori oluşturuyordu. Bazı gözlemciler basit meta üretimi olarak adlandırılan bu çiftçilik tarzını köylülükle endüstriyel tarım arasında kendine has bir kategori olarak tanımlarken, diğerleri de bu işletmeleri bir geçiş dönemi ürünü olarak görmekte ve uzun vadede endüstriyel tarım yapan kapitalist işletmeler tarafından ortadan kaldırılacaklarını iddia etmektedirler.
Son yüz küsur yıla damgasını vuran endüstriyel tarım ve gıda sistemi modern teknolojinin üretim, işleme ve dağıtımda kullanımı ile verimliliği, üretkenliği ve karlılığı artırmayı amaçlamış. Tarımda endüstriyel üretim ekonominin diğer sektörlerine göre daha yavaş seyretmekte. Bunun nedenleri arasında tarımsal üretimdeki emek talebinin mevsimsel değişkenliği ve hava ve pazar koşullarına bağlı karlılık riski önemli rol oynamakta. O yüzden endüstriyel tarz tarım ancak sulamalı tarımın yılın on iki ayı mümkün olabileceği iklimlerde, endüstriyel çiftlik tarımının mümkün olabileceği sektörlerde (et, süt, tavuk, balık, yumurta, sera tarımı) veya organik tarım gibi kar oranlarının yüksek olduğu sektörlerde daha yaygın görülüyor. Sermaye tarım sektöründe daha çok kredi, tohum, gübre, yakıt, tarım araçları ve ilaçları gibi girdileri sağlayan ve üreticiden ürünleri alan şirketlerde yoğunlaşıyor. Gelişmiş endüstriyel ülkelerde bir kaç büyük şirketin egemen olduğu tarım sektöründe piyasa mekanizmaları büyüklü küçüklü tüm tarımsal üreticileri emek maliyetlerini düşürecek, verimi ve üretimi artıracak, piyasada en iyi fiyatı yapacak ürünleri üretmeye ve bu amaç için gereken tohum, ilaç, gübre ve makinaları kullanmaya mecbur kılıyor.
Kanada merkezli ETC Group “endüstriyel gıda zinciri” ile “köylü gıda ağını” karşılaştıran ilginç bir rapor sunuyor. Rapora göre endüstriyel zincir dünya yüzünde kullanılan gıdanın yüzde 30'unu üretiyor; ekilebilir toprakların yüzde 70-80'ini kullanıyor, tarımda kullanılan fosil yakıtların yüzde 80’ine yakınından, suyun yüzde 70’inden, sera gazlarının yüzde 44-57’sinden sorumlu. Buna karşılık uluslararası gıda ticaretinin tümüne yakınını (toplam gıda üretiminin yüzde 15’i) kontrol ediyor ve 7 trilyonluk perakende pazarına egemen konumda. Köylü ağı ise tarımsal üretimin yüzde 70’ini gerçekleştiriyor, fosil yakıtların yüzde 20’sini, suyun yüzde 30’unu kullanıyor (ETC, 2012).
European Commission tarafından hazırlanan organik tarım sektör raporu organik tarımı “üretimde kimyasal girdi kullanmadan, üretimden tüketime kadar her aşaması kontrollü ve sertifikalı tarımsal üretim biçimi” şeklinde tanımlıyor. Aynı rapor organik tarımın tanımlanmasında organik tarımın adeta endüstriyel tarımın aşırılıklarını düzelten doğa ile barışık bir yaklaşım olduğu izlenimini veriyor: “ekolojik sistemde hatalı uygulamalar sonucu kaybolan doğal dengeyi kurmaya yönelik, insana ve çevreye dost üretim sistemlerini içermekte olup, esas itibariyle sentetik kimyasal ilaçlar ve gübrelerin kullanımının yasaklanması yanında, organik ve yeşil gübreleme, münavebe, toprağın muhafazası, bitkinin direncini arttırma, parazit ve predatörlerden yararlanmayı tavsiye eden, üretimde miktar artışını değil ürünün kalitesinin yükseltilmesini amaçlayan bir üretim şeklidir” (European Commission, 2009: 3).
Modern gıda sistemi dediğimizde tarımsal ürünlerin pazar için üretildiği, mekanize üretim, melez tohumlar, sentetik gübre ve ilaçlarla yüksek verimli işletmeleri model gösteren bir yaklaşım akla geliyordu. Şimdi bunun yerine geleneksel köylü uygulamalarını sertifikasyon yöntemi ile garanti eden bu yaklaşım pek çoğumuzun aklına “acaba” sorusunu getiriyor.
Organik gıda hızla büyüyen bir tarım sektörü. 1999’da 15,2 milyar dolar olan bu pazar 2013’de 60 milyar dolara ulaşmış. 2011’de organik gıda üretimine 37,2 milyon hektar arazi ayrılmış. Organik tarımın en yaygın olduğu Avusturalya’da 12 milyon hektar alanda organik tarım yapılıyor. Kişi başına tüketim açısından önde giden İsviçre’de yılda organik gıda için 250 doların üzerinde harcama yapılıyor. 86 ülkede 576 kuruluş organik sertifikasyonu temin ediyor. (Willer, Lernoud ve Kilcher 2013: 25). Organik tarımın bu başarısında endüstriyel tarıma karşı duyulan güvensizliğin büyük payı var. Sebze ve meyvesinde ilaç atıkları istemeyen, etinde sütünde antibiyotik ve hormon istemeyen pek çok orta sınıf kentli tüketici fiyatları çok daha pahalı da olsa organik gıdaları seçiyor.
Maalesef neyin organik, neyin doğal, neyin endüstriyel olduğu konusunda pek bir açıklık yok. Mahalle pazarında “a” sını uzatarak "orgaanik" satan teyze, gerçekten organik mi? İşin doğrusu sertifakasyonu olmayan herhangi bir ürünün organik sayılması mümkün değil. Organik bu anlamda kontrolü yapılmış sertifikasyonlu geleneksel tarım ürünü. Sertifikasyonu almaya pazarda “orgaanik” satan teyzenin mali gücü ve bilgisi yetmiyor. Michigan State University profesörü Philip Howard’ın (2014) yukarıda verdiğim şemasında da görüldüğü gibi organik sektöründe egemen olan güçler endüstriyel tarımı ve gıda sektörünü kontrol eden tekeller. Neden olmasın ki? Tezek organik, kükürt organik, sentetik tarım ilacı üreten şirketin krizantem, kadife vs. gibi doğal kaynaklardan yaptığı ilaçlar organik. Sertifikasyon koşullarını yerine getirdiğinizde 10 dekarlık küçük işletme de 5 bin hektarlık endüstriyel çiftlik de organik etiketini alabiliyor. Organiği pazarda 2-3 misli fiyata satabildikten sonra endüstriyel istemeyene organik de var. Yeter ki siz ödeyin.
Hangisi daha besleyici, hangisi daha güvenilir tartışmasına girmeyeceğim. Merak edenler USDA (ABD) Pesticide Data Program verilerini kullanan [whatsonmyfood.org] sitesinde tercih ettikleri tarım sebze, meyve veya bebek püresinde kaç tür ilaç artığı bulunduğunu öğrenebilir. Tabii bu sayılar ABD kaynaklarına göre. Aynı sitede conventional/organic düğmesini tıklarsanız aynı ürünün konvansiyonel (endüstriyel) ve organik türleri arasındaki farkı görebilirsiniz. Sadece bir fikir vermek için oldukça sabıkalı bir meyvenin sicil raporunu vereyim. Şeftalide ABD tarım bakanlığı kaynakları 62 pestisit artığı bulmuş. Bunlardan 8 tanesi karsinojen şüphelisi, 24 tanesinin hormon bozucu şüphesi var, 12 tanesi nörotoksin, 9 tanesi gelişimsel ve üreme toksini olarak tanınıyor, 20'sinin de arılarda toksik etkisi biliniyor. Bu veriler 2000-2012 yılları arasında yapılan ölçümlere dayanıyor. İngiliz kaynaklarının 2013’de AB kaynaklı ürünleri de ele alarak sundukları Gıdalarda Pestisit artıkları Uzman Komitesi raporu da incelenmeye değer. Bu raporlar genelde normal ilaç artıklarının normal sınırlar içinde olmakla beraber belirli bir yüzdenin normal sınırların ötesinde olduğunu, bu arada bazı örneklerde birden fazla ilaç kalıntısı olduğunu gösteriyor. Örneğin USDA bir çilekte 14 farklı kalıntı bulunduğunu duyuruyor. Şimdi bu 14 ayrı kalıntının birleşiminin nasıl etki yapacağını bilmek mümkün değil. İşte bu nedenlerle parası yeten organiğe yönleniyor. Yetmeyen de küresel deneyimizin bir parçası oluyor.
Tabi bu raporların güvenilirliğinden, organik sertifikası veren kurumun profesyonelliğine, ya da pazardaki teyzenin dürüstlüğüne güvenmeniz de gerekiyor. Bırakın organik sertifikası olup olmadığını, pazarda yediğimiz gerçekten köy yumurtası mı?
Ordu Üniversitesi (ODÜ) Ziraat Fakültesi Zootekni Bölümü Başkan Yardımcısı Doç. Dr. Sezai Alkan yaptığı açıklamada, "Bazı pazarlarda köy tavuğu ya da köy yumurtası adı altında satışlar yapılmakta. Burada tüketicilerimizin bilmediği bazı konular var. Bunlardan birisi pazara köy tavuğu yumurtası diye getirilen ürünlerin büyük bir kısmı ticari işletmelerden yani endüstriyel tarzda yetiştiriciliği yapılan işletmecilerden elde edilen yumurtalar. Tüketicilerimiz işin bu boyutlarını bilmediği için yüksek fiyat ödeyerek köy yumurtası ya da köy tavuğu satın alıyor. Tüketicilerimiz bilmeli ki aslında tükettikleri köy yumurtası ya da köy tavuğu değil, endüstriyel tarzda üretilmiş çiftlik yumurtası ya da çiftlik tavuklarıdır" (Cumhuriyet, 2014).
Gıda güvencesi ve gıda güvenliği birbirinden ayrı düşünülemeyecek bir bütünün parçaları. İlkinin temelinde adalet yatıyor, ikincisinde ise güven. Bu kavramların temelinde ise toplumsal ve ahlaki değerler bulunuyor. Hukukun üstünlüğüne güven duyulan, toplumsal adaletin toplumun en zayıfından en güçlüsüne kadar hakkaniyetle işlemesi gerektiğinin herkesçe idrak edildiği, kural dışı uygulamaların üzerine ayırım yapılmadan gidileceğine güvenin tam olduğu dönemlerde ve toplumlarda toplumsal hukuk kurallarına uyumun da yaygın olduğu gözleniyor. Tağşişin ve sahteciliğin normal karşılandığı bir ortamda gıda güvenliğinden söz etmek saflık olur. Tabi bunları sadece denetimle, zabıta korkusu ile önlemek de zor. Bu değerlerin günlük pratiğimize geçmeleri, toplumsal kabul ve yaygınlık kazanmaları ve bireyler tarafından içselleşmeleri de gerekiyor.
Belki de konuya organik ya da endüstriyel tarım ikileminden bakmamak en iyisi. Hızla büyüyen organik pazarının fiyat cazibesi endüstriyel ölçekli organik tarım yapan büyük şirketleri bu sektöre çektikçe, sorunun sadece daha sağlıklı gıda ile sınırlı olmadığını anlayabiliriz. Parası olmayanlar için ucuza endüstriyel, olanlar için pahalı organik gibi bir ikilem ne gıda güvencesi, ne toplum sağlığı, ne gıda güvenliği, ne de sosyal adalet ilkeleri ile uyuşur.
Dünya Tarım Örgütü FAO’nun Eylül 2014’de düzenlediği Gıda Güvencesi ve Beslenme İçin Uluslararası Agroekoloji Sempozyumu (International Symposium on Agroecology for Food Security and Nutrition) geleneksel “daha çok üretelim” mantığında uzaklaşan, istihdam, toplum sağlığı ve çevresel öncelikleri göz önüne alan agroekolojik yaklaşımın önemini belirtiyor. Küçük ve orta boy tarım işletmelerinin doğal afetlere ve ekonomik krizlere dayanıklılığına (resilience), çevre dostu tarım yöntemlerini uygulamadaki deneyim ve rahatlıklarının önemine değinen sempozyum agroekolojik tarımı aşırı kentleşmeyi ve iklim değişikliğini frenleyebilecek bir gıda güvencesi stratejisi olarak görüyor.
Birleşmiş Milletler Gıda Hakkı Özel Raportörü Olivier de Schutter’dan Haziran ayında görevi devralan Türk hukuk profesörü Dr. Hilal Elver’de (2014) endüstriyel gıda sisteminin çıkmazlarını anlayan bir hukukçu. “Açlığın temel nedenlerini ele almayan gıda politikaları başarısızlığa mahkûm olacaktır" diyen Elver, geleneksel yöntemleri kullanarak daha az kaynak kullanan, toplumla uyum içinde bir tarımsal üretim biçimi olarak agroekolojik yaklaşımın önemine değiniyor.
İnsanların doğayla ve birbirleri ile barış içinde yaşadıkları bir dünya dileğiyle,
Dünya Gıda