"Arılar yok olursa, yaşam da biter" diye bir söylem var. Hayatın en önemli dengelerinden biri olan bu sevimli canlıların bize tek hediyesi bal değildir.
Yabani bitkilerden meyve ağaçlarımıza, yoncadan sera bitkilerine kadar bitkileri polenleyerek her bitkinin verimine ortalama yüzde 30 civarında bir verim artışı sağlıyor.
Acı olan gerçek ise, arılar artık polenlemiyor. Çünkü, dünyanın pek çok yerinde arılar bilinmeyen bir sebeple ölüyor.
Odaklanmamız gereken nokta bu: Arılar niye ölüyor?
Geçen yıl seyrettiğim bir belgesel, beni oldukça derinden etkiledi. Üç bin yıldır Çin’in geleneksel armut bölgesi olmaya devam eden Sichuan’da, arıların kaybolması sonucunda, çiftçiler armut çiçeklerini tek tek elle tohumlamak için uğraşıyor.
Eskiden elle tohumlama yapılırdı, artık kutular içinde özel cins arılar seralara taşınıyor. Ve bir tek fidandan 7-8 ay domates alınabiliyor.
Bölgede armut üretimi, hem geçim kaynağı hem de dünyaya açılan en önemli karakteristik ürünü durumunda. Sadece elle tohumlama yapılmıyor, her armut kuş ve böceklerden zarar görmesin diye dalında kumaş keseciklere konuluyor. Bunu görünce Türkiye’deki durum ne oldu diye araştırmak istedim. Çünkü arı ölümleri, sadece Çin’e özgü bir sorun değil.
Amerikan Beekeeping Foundation tarafından yapılan araştırmaya göre, Ekim 2009 ila Nisan 2010 tarihlerinde, ülkedeki bal arısı kolonilerinin yüzde 34’ü ortadan kalkmış, kovanlar boşalmış. Buna bağlı olarak da sebze ve meyve üretiminde azalmalar görülmüş. Çünkü bitki tohumlamasında arılar en önemli aracı durumunda. Ürününe göre, arıların tohumlama ile verimliliğe yüzde 20 ila yüzde 85 civarında bir katkısı var.
Türkiye’de Atom Enerjisi Kurumu, bal izi konusunda araştırmasına devam ediyor. Sonuçlandığında, hem Türkiye bal haritası çıkacak, hem de teknolojinin arıcılığı nasıl etkilediği konusunda ilk defa somut bilgilere ulaşacağız.
Arıların 19 bin 900 türü olduğu kabul ediliyor. Her kovanda da 40- 50 bin civarında arı yaşıyor.
Arıların hayatını kaybetmesiyle ilgili fazla uç iddialar ileri sürülüyor. Sağlıklı bilgi gelmeyince de daha saçma iddialar peşine takılıyor.
Mesela, Telekom sektöründe çalışan bir dostum; arıların ölümüne sebep olarak cep telefonu frekansları olduğunu söyledi. “Bildiği bir şey vardır” diye, sustum.
Üzerinde düşününce, frekans yoğunluğunu bir kere daha düşündüm. Sadece cep telefonu mu? Telsizi var, radyo ve tv dalgaları var. Uzak bir ihtimal geldi.
Arılarla ilgili bulduğum bütün belgeselleri izliyorum. Böyle bir bilimsel sonuçla karşılaşmadım.
Aynı şekilde nişasta bazlı şekerler de suçlu tahtasına konuluyor. Belgesellerde NBŞ de arılar için tehdit oluşturan şeyler listesinde görünmüyor.
Türkiye’de de arı ölümlerine rastlanıyor. Ancak Amerika, Fransa veya Çin’deki ölümlerle kıyaslandığında tolere edilebilecek seviyelerde.
Bunun sebeplerinden biri olarak ise arı çeşitliliğinde zengin olan bu coğrafyada, melezleme ile daha sağlıklı nesillerin ortaya çıkması gösteriliyor.
Minnesota’da Mc Knight Üniversitesi öğretim üyelerinden Marla Spivak, 42 yıldır arılar hakkında araştırma yapıyor. Arı ölümleriyle ilgili dört ana bulgu, şimdiye kadar ortaya konulan en bilimsel sonuçlar niteliğinde.
Türkiye, 6 milyonu aşan kovan sayısıyla dünyada arıcılıkta ikinci sırada yer alıyor. 2017 yılında Dünya Arıcılık Kongresi Türkiye’de yapılacak. Konuyla ilgilenmemiz hem ekolojik varlığımıza sahip çıkmak, hem tarımsal verimliliğimizi artırmak hem de kırsal kalkınmaya yönelik önemli bir adım atmaktır.
Her kovanda 50 bin arı olduğu tahmin ediliyor. Öncelikle kovandaki arıların ağır kış şartlarında sağlıklarının korunması hedeflenmeli. Arıların bunu, propolis ile sağladıkları bulunmuş. Propolis, bağışıklık sistemini güçlendiriyor, kış şartlarında kovanı antivirüs etkisinden koruyor ve besin olarak da kovandaki koloniyi bahara taşıyor.
Ekonomik olarak da önemi her geçen gün artan propolisi, arıcılar değerlendirmek için kovanlardan söküyor. Tehditlerden birini bu oluşturuyor.
Tabiattaki pek çok canlı gibi arılar da, kendilerini tedavi edecek ilaçları, kendileri bulabiliyor. Ancak bizim bilmediğimiz ama onların bildiği bu ilaçları, çoğu kere endemik bitkilerden veya yabani otların çiçeklerinden topladığı tahmin ediliyor.
Ne yazık ki, endüstriyel ekim politikası tek düze bitkileri öne çıkarıyor. Amerika’da olduğu gibi soya ve mısır alanları ülkenin tarım alanlarının neredeyse üçte birini kapsıyor. Bunun için de yabani bitkilerin, endemik bitkilerin silinip yok edilmesi anlamına geliyor.
Endemik varlığımızı korumalıyız, yabani bitkilerin de ekolojik denge içinde korunmasına gayret etmeliyiz.
Aksi takdirde arılar ve bilmediğimiz binlerce canlı, ihtiyaç duydukları polen çeşitlerini veya bitki özlerini bulamama riskiyle karşılaşırlar.
Bunun için bulabildiğimiz her yere, balkona, saksıya, bahçeye veya tarlalarımızın kenarına yabani bitkileri ekelim, endemik bitkilerin varlığını koruyalım.
Bir diğer sorun ise endüstriyel tarım için kullanılan gübreler oluşturuyor. Gübreler için doğal olanlarını tercih etmemiz gerekiyor. Gübre sanayi, sürdürülebilir tarım ve hayvancılık açısından en fazla gelişecek bir alan olacaktır.
İlaç kalıntıları çoğu ülkede, ürünün ticari alanını sınırlandıran bir sorun olarak kabul ediliyor. Artık ilaç kalıntılarının, arılar için de ölümcül bir risk olduğu kabul ediliyor.
balİşin daha kötüsü, bazı ilaçlar, nörotoksinler bırakıyor ve bu polenlerle arılara ulaşıyor. Ve ölümle sonuçlanan bir etkiye sebep oluyor.
Ne yazık ki halen bu nörotoksinleri tespit edemiyoruz. İlaç kullanımını ne kadar sınırlandırabilirsek, arıların varlığına o derece katkımız olacaktır.
Yeni bir arı seferberliği ilan etmeliyiz. Bulabildiğimiz her yere arı kovanları yerleştirmenin yanı sıra, bitkisel zenginliğimizi artıracak adımlar atmalıyız. İlaç ve gübre konusunda duyarlılığımızı artırmalı ve tarımın geleceği olan arıları asla unutmamalıyız.
Balı sevdiğimiz kadar arıların varlığını da sevmeliyiz. Bu, kendi geleceğimize de yatırım yapmaktır.
Gıda Hattı